TÜRK CİHAT VE FÜTUHAT ANLAYIŞI VE SARI SALTUK GAZİ*

Kemal Gurulkan**

Tebliğimizde, Türklerde fütuhat anlayışının ortaya çıkışı, İslam'ın cihat anlayışıyla birleşmesi, Selçuklu ve Osmanlılardaki tezahürleri üzerinde durulacaktır. Umulur ki, Türk (Selçuklu ve Osmanlı) fetih siyasetinin çıkış noktası ve amacı anlaşılsın, ayrıca diğer milletlerin savaş ve emperyalist siyasetleri bu çerçevede mukayese edilebilsin..
Bütün hayatını ve felsefesini nefisle mücadeleye adamış bir mana insanının doğumunun 800. yılı münasebetiyle tertip edilen bu sempozyumu tertip eden heyet, bu topraklar üzerinde daha yakın bir gelecekte yaşanmış olan maddî cihattan daha önemli görülen büyük cihadın felsefesine, ömürler ve nesiller adamış mana ikliminin erenlerine bu hakikatli hürmeti göstermek suretiyle aslında anlatmaya çalışacağımız hususların ne kadar da idrakinde olduklarını haykırarak ilan etmişlerdir.

Cihat Nedir?
Tanım:
Cihad, Arapça "C-H-D" "Cehd" kökünden gelir. Lügatte cehd; gayret etmek, takat yani güç yetirmek ve meşakkat çekmek gibi anlamlara gelir. Terim manası, "Bezlü'l-mechudi fi husuli'l-maksud"dur, yani maksada ve belirlenen hedefe ulaşmak için tüm gayretini sarf etmek anlamına gelir . Bu da meşakkat ve sıkıntılara sabır göstererek nefisle, şeytanla, ahlaksızlık olan fısk ve sefahatle, kötülüklerle ve zulümle her nevi mücadeleyi yapmak demektir.
Cihat İslam'la birlikte oluşan, daha doğru bir ifade ile İslam'ın mana ikliminde yoğrulan bir kavramdır. Buna göre Müslüman, hayatını idame ederken veya hayatını düzenlerken doğru olanı yapıp yanlıştan kaçınmasıdır. Bunu içinden gelerek, halisane, Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla yapması gerekir. İşte inanan bir insanın bu tavrı cihat anlamına gelmektedir ki, buna cihad-ı ekber (en büyük cihat) denmektedir. Yani nefsi ile hesaplaşıp doğru işler yapması ve doğru şeyler düşünüp hissetmesi Müslüman için farzdır. Ancak cihat kelimesinin tarihi seyir içinde yüklendiği anlam, iyinin kötüye karşı mücadelesi veya Müslüman bir devletin gayrimüslimlerle yaptığı haklı savaş olarak bilinmektedir.
Dini ıstılah olarak cihad, ilây-ı kelimetullah için hak ve hakikat düşmanları ile mücadele etmek ve bunun için cehd ve gayret sarf etmektir.
İman ile bu rahmet deryasına dalarak imanın ve ibadetin verdiği gönül huzuruna eren her vicdan sahibi Müslüman'ın bu nimetleri başka insanlarla paylaşmak istememesi düşünülemez. İşte imanlı bir insanın bu imandan aldığı zevk ve şevki, ilim ve irfanı diğer insanlarla paylaşması hadisesine tebliğ denir. Bunun için başa gelen sıkıntılara katlanmak, sabır ve sebat göstermek mücadeleyi gerektirir.
Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'de, "Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekirse öyle cihad edin " emrediyor.

Cihad'ın Amacı nedir?
İnsan eşref-i mahlukattır. Kendisinden daha değersiz olan varlıklara kul ve köle olması kendisine yakışmaz. Ona kendisinden daha yüce olan ve tüm kâinatın yaratıcısı olan Allah'a kul olmak yakışır.
Cihadın amacı onun yaratıcısı olan Allah'ı tanıtarak ona kul olmasını ve dolayısıyla mahlukata kulluktan kurtarıp hür olmasını sağlamaktır. Yüce Allah bir hadis-i kutside şöyle buyurur: "Ben tüm kullarımı halis tevhit inancı üzere yarattım. Şeytan ise kendilerini bu inançtan uzaklaştırır, benim kendilerine helal kıldıklarımı haram, haram kıldığım şeyleri de helal eder. Hakkında hiçbir bilgileri olmayan şeyleri de bana ortak koşmalarını ister ." Cihadın asıl amacı insanlara doğru ve hak olan tevhit inancını anlatarak, onları bir olan Allah'a inanmaya davet etmek ve her nevi şirk ve batıl itikattan imanlarını muhafaza etmektir.
İslamiyet cizye vermek şartı ile Müslüman olmayanların Müslümanlarla beraber yaşamalarına müsaade etmiştir. Bundaki maksat, onların da Kur'an'ın hak ve hakikatlerinden istifade ederek Allah'ın dinine girmelerini sağlamaktır. Olur ki, onlar veya onların neslinden gelenler İslam ile şereflenir ve ebedi saadete erişirler.
İslam'ın izzetini korumak, hakkaniyetini ispat etmek, din ve İslamiyet düşmanlarının İslam'a ve Kur'an'a olan hücumlarını önlemek cihadın en büyük gayelerinden birisidir. Yüce Allah Kur'an'da: "Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad ediniz. O dinine yardım etmeniz için sizleri seçti ve dinde de sizin için hiç bir zorluk kılmadı. Sizleri Müslüman olarak isimlendiren de odur. Öyle ise namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı verin ve her işinizde Allah'a sarılın. Sizin hakiki dostunuz O'dur. O ne güzel dost ve ne iyi bir yardımcıdır ." buyurmaktadır.
Peygamberimiz (sav) mütecaviz olmayanlara karşı savaş ilan etmemişlerdir. Ancak "Nefsi muhafaza, malı muhafaza, namusu muhafaza, dini muhafaza ve namusu muhafaza" için savaş şu şartlar altında meşrudur:
a. Fitne ve Fesadın Önünü Almak
b. Bağiler ve İsyancılarla (Teröristlerle) Savaşmak
c. Harici Tecavüzü Defetmek
Bunun için Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır: "Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz. Mecbur kaldığınız zaman da sabır ve sebat ediniz. Allah'tan daima barış ve esenlik dileyiniz. Ancak tüm çabalarınıza rağmen savaşa mecbur kalırsanız sabır ve sebat ediniz; şunu biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır ."
Bununla birlikte savaşların tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir. Kabil'in Habil'i öldürmesiyle başlayan kavga hâlâ devam etmektedir. Bu kadim kavganın analizinde üç neden üzerinde durulur .
1- Mülkiyet paylaşımı
2- Cinsellik (Kabil, Habille nişanlanmış olan kız kardeşiyle kendisi evlenmek ister)
3- Kişilik yapısı; ikisi de aynı toplumun üyesi, aynı çevrede doğup büyümüş, aynı anne-babanın çocuklarıdır ama insan davranışının ezeli iki ucunu temsil edecek kadar ayrı kişilik yapısına sahiptirler.
Bu kavganın nedenini tek kelimeye indirgersek karşımıza "menfaat" kelimesi çıkar. Kişinin kendi menfaatlerini en üst düzeyde elde etme isteğinin ana dinamiği, bir başka deyişle "motor gücü" ise her insanda belirli ölçülerde varlığını sürdüren ve belli ölçülerde terbiye edilmiş ve yönlendirilmiş narsisizmdir .
CiHAD "SAVAŞ" DEĞİLDİR
"Cihad" ve "Savaş" hususunda kafa ve kavram karışıklığı karşımıza çıkmaktadır. Cihad, "emir ve izn-i İlahî" ile kalblerin imana açılması yolunda girişilen her cehd ve gayreti içine alır ki, kendi kalbimiz de buna dahildir. Bu cehdin ise, "maddî" ve "manevî" cihad diye tanımlanan iki boyutu vardır.
"Manevî cihad" hiç bitmez. Çünkü "nefis her vakit şeytanı dinler." Bu haliyle, imana açılan kalblerle savaş halindedir. Şeytanın telkiniyle, onları bozmaya ve işgal etmeye kalkışır. Nefsin bu çabasına karşılık, mü'min, "cihad" ederek kalbini "feth" ile mükelleftir. Fetih ise "açmak" demektir . Kalbin iman hakikatlerine açılması, bir "fetih"tir. Bu yüzden Müslümanlar ele geçirdikleri toprakları için Müslümanlar "fetih" der; işgal demez .
Maddî cihadda ise, bir beldedeki insanların kalbinin imana açılması çabasına karşı, maddî engeller söz konusudur. O beldeyi nefisleri namına "işgal" edenler mevcuttur. Ve bu işgalciler, fıtraten imana açık olan kalbleri kendi küfrî telkinlerine hapsetmekte; imanın tebliğine ise mani olmaktadırlar. Böyle bir durumda ilgili beldenin iman adına "feth"i, yani cihadın türlerinden yalnızca birisi olan "maddî cihad" söz konusudur.

Cihadı ifa edecek ordu, İslâm ordusu olarak, imanî ölçü ve esaslara uymakla yükümlüdür. Sözgelimi, Kur'ân "Birisinin hatası ile başkası mes'ul olmaz" diye hükmeder . Buna göre, İslâm ordusu doğrudan ona savaş açmamış insanlara, sırf kendisiyle savaş edenlere yakınlığından dolayı eziyet edemez, kılıç çekemez, bomba yağdıramaz. Yani, buna göre, bugünün "topyekün savaş"ları bir müslümanlar için imkânsızdır. Çünkü, söz konusu âyet de görüldüğü gibi, mü'min "adalet" ile mükelleftir.
Hz. Peygamber'in[asm] ve ashabının, hadiste "küçük cihad" diye tanımlanan "maddî cihad"ları bunun ap açık delilidir. Bu cihadlarda, bir beldeye karşı "topyekün" savaş açılmamıştır. Bir cephe, bir savaş meydanı teşkil olunmuş; o cephede savaşılmıştır. Ve o cephede dahi, yalnızca İslâm ordusuna kılıç çekenlere kılıç çekilmiştir. Yani, savaş ordularla sınırlı kalmıştır. Küfrü hâkim kılmak isteyen, bunu sağlamak için de fıtraten imana açık olan insanlara imanın anlatılmasına mani olan, kalblerin "feth"ini engelleyen haricî "iktidar"ı temsil eden müşrik ordusuna karşı cihad edilirken, kadınlara, çocuklara, eli silah tutamayacak haldeki yaşlı ve hastalara, tarlada işiyle uğraşanlara, evine kapananlara, mâbedlerinde ibadetle meşgul din ehline; ayrıca evlere, ağaçlara, ekinlere ve hayvanlara zarar verilmemiştir. Ne kadın, çocuk ve yaşlıların canı heder edilmiş; ne de bağlar, bahçeler ve evler yakılmıştır. Çünkü, mü'min "adalet"le yükümlüdür. Savaşta da "adalet"li olmak zorundadır. Çünkü, uğruna cihad ettiği Rabbi Adil-i Mutlak'tır. Adaleti emreden kitabında, "Birinin hatasıyla başkası mes'ul olmaz" hükmünü koymaktadır.
Aslolan, barıştır. Savaş yasaksavma kabilinden bir istisnadır. Savaş, def-i şer kabilinden istisnai bir durumdur. Genelleştirilemez. Genelleştirilmesi gereken ise aksine barış halidir. Bugün çok anılan ve aranan Osmanlı barışı da bu anlayışın bir meyvesidir. Savaşın amacı da, galebe çalmak veya mücerret cihangirlik davası değildir. Zorlama hiç değildir.
Kıtale, çarpışmaya, bu manada cihada çağıran ayetleri de iki kategoride değerlendirmek gerekir. Her çeşidiyle zulmü defetmek ve İslam davetini ve tebliği himaye etmek ve fitneye geçit vermemektir. Hanefi fıkıhçılarına göre de küfr veya inançsızlık illeti kıtal yani vuruşma/savaş sebebi değildir. Zaten savaşta muhariplerin/savaşçıların dışındakilere ilişilmemesinin sebebi de budur. Bu doğrultuda, din adamlarına, kadınlara, yaşlılara ve savaşamayacak durumda olan veya savaşmayan insanlara ilişilmez .

Manevi Cihad
Tasavvufi ıstılahta ise cihâd, sâlikin nefsini kayıt altına alıp ona hükmetmek için vermiş olduğu mücâdele ve bu maksatla çekilen çile manasına gelir . Yine sûfilerin ıstılahında Cihad manasını karşılayan ikinci bir kelimede aynı kökten türetilen "mücâdele"dir. Savaşmak, mücadele etmek anlamına gelen bu kelime, mutasavvuflarca daha çok şeriatça istenen, fakat nefse zor gelen şeyleri "nefs-i emmâreye yükleyerek onunla harb etmek ve nefsi, ölmeden önce öldürmek manalarında kullanılmaktadır.
Tasavvuf ehli, cihad anlayışlarını daha ziyâde Tebûk Savaşı dönüşünde Hz. Muhammed'in[asm] ashabına hitaben "küçük savaştan büyük savaşa döndük" hadisine dayandırmaktadırlar. Çünkü; Hz. Muhammed bu hadisi söylediği zaman ashâbdan biri: "Büyük savaş nedir ya Resulallah?" diye sorduğunda, peygamber: "batınî düşmanlar, yani nefs ve şeytan ile yapılan muharebedir" demiştir. Ayrıca mutasavvıflar Kur'ân-ı Kerim'de Ankebut suresindeki "Bizim için mücahede edenleri yolumuza iletiriz " âyetinde buyrulan mücâhedeyi daha çok gözle görülmeyen düşmanlara karşı yapılan mücâhede olarak algılamışlardır .
Bununla birlikte Mutasavvıfların Cihad-ı asgar diye adlandırılan zahirî düşmanlara karşı yapılan silahlı mücahedelere bigâne kaldıkları gibi bir sonuca varılamaz.
Anadolu'nun Müslümanlaştırılması esnasında Ahmed Yesevî'nin, Yesi şehrinde yetiştirilip Anadolu'ya gönderdiği ve Horasan Erenleri diye anılan mutasavvıf dervişler aynı zamanda birer akıncı neferi vazifesini de üstlendikleri tarihî bir hakikattir.
Yine Osmanlı Devletinin kurulmasında "Bayramiye" vb. tarikatlarının büyük hizmetleri bulunduğu ma'lumdur. Bektaşiliğin Osmanlı Yeniçerileri arasında yaygın olduğu da unutulmamalıdır.
Kafkasya'da 19. yüzyılın sonlarınla 20. yüzyılın başlarında Ruslara karşı savaşan Çeçen ve diğer Müslüman Kafkasyalı kavimlerin başlattıkları kıyam hareketlerinin hemen hemen hepsi tasavvuf şeyhlerinin önderliğinde gelişmiştir . Özellikle Nakşibendî tarikatı 17. ve 18. yüzyıllarda Türkistan'da Kalmuk Budistlerine karşı ve 1783 İmam Mansûrdan 1920-21'de İmam Necmüddin hareketine varıncaya kadar silahlı cihâdın başını çekmiş ve bayraktarlığını yapmıştır.
Nakşi tarikatına getirmiş olduğu sağlamlık ve disiplin sâyesinde 1824'den 1859'a kadar Ruslara karşı destânî bir direniş örneği gösteren Şeyh Şamil'i de burada zikretmek gerekir.

TÜRKLER

Hz. Peygamber'in [asm] elçiliği ile bize gönderilen Kur'ân-ı Hakîm, "millet"i iman beraberliğini ifade için kullanır. Meselâ, sık sık "millet-i İbrahim"e atıfta bulunur. Keza, "Küfür tek millettir" buyurur. Sözün kısası, "millet"in geçtiği bir yerde, muhakkak bir imanî tercih söz konusudur.
Büyük dinler aynı zamanda büyük toplumların da yaratıcısıdır. Meselâ, Hristiyanlık, Batı için en temel bir beslenme kaynağıdır; Hristiyanlık, Batı toplumlarını bu hallerine getiren, yani onları inşa eden, hattâ yaratan bir rol üstlenmiştir. Aynı şey Mûsevîlik için de geçerlidir: Yahudi ve Yahudilik demek, herşeyi ile bu din tarafından şekillendirilmiş insan ve toplum demektir. Buna benzer bir toplumsal fonksiyon görevi İslâm dini için de geçerlidir. İslâm, aynı zamanda kendi mensuplarını biçimlendirmiştir. Ama, özellikle iki milleti adetâ yeniden yaratmıştır: Türkler ve Araplar. Araplar herşeyini İslâm'a borçludur, Türkler ise hemen-hemen herşeylerini. Türkler, medeniyet dünyasına İslâm ile girmişlerdir, en büyük medeniyet eserlerini bu dönemden sonra vermişlerdir; Türklerin milletleşme sürecinde İslâm, en önemli motivasyon ve beslenme kaynağını teşkil etmiştir. Türklerin İslam'la müşerref oluşuyla millet olma sürecine işaret eden satırlar bu hususa dikkat çekmektedir:
"Tarih (ve kültür) bir süreklilik'tir. Akıyla, karasıyla, yaşıyla-kurusuyla,, zaferiyle-mağlubiyetiyle, iyisiyle-kötüsüyle; uzun, up-uzun bir zaman, geniş, gep-geniş bir coğrafya, fevkalâde renkli, çok sesli kültürüyle hepsi benimdir, hepsi bende'dir, ben hepsinden bir parçayım. Hepsini kuşatırım, hepsini severim. Ben, Oğuz Han'la Asya Bozkırlarını zaptettim, Kürşad Tekin ile Vey nehri kıyılarında vuruşarak öldüm, Alparslanla Anadolu'yu fethe çıktım, Salâhaddin ile haçlılara karşı vuruştum; Fatih oldum İstanbul'a girdim, İbrahim oldum çıldırdım, gâh iki parça oldum Ankara'da, Çaldıran'da kendi kendimi yedim; Merzifonlu Viyana önlerinde mağlup olurken ben de oradaydım, onunla beraber ağladım, celladın kemendine ben de onunla beraber başımı tevekkülle uzattım; Kanunî ile mes'ud ve muzaffer, I. Abdülhamid ile mey'us ve mağlup öldüm; III.Selim de bendim, onu kılıçla biçen yeniçeri de. Beni, Plevne'de Gazi Osman Paşa, Fergana'da Enver Paşa, Dumlupınar'da Gazi Mustafa Kemal Paşa, Kafkaslarda Şeyh Şamil, Doğu Türkistan'da Osman Batur diye tanırlar.
Ben, Türk'üm, tarihin henüz bilinmeyen eski, çok eski devirlerinde İç Asya'da gözlerimi açtım; başımı taşlara vura-vura çalkalandım, İslâm oldum şereflendim, Müslüman-Türk oldum; o diyar senin bu diyar benim, koştum durdum, hükmettim, hükmedildim, yendim, yenildim, piştim, süzüldüm ve Millet oldum."
Türklerin İslâm'a girişleri asırlarca sürmüştür. Zaman-zaman çatışmalar olmasına rağmen bu din Türkler tarafından en ziyade tüccar ve diğer sınıflar ve zümrelerden müslüman misyonerlerin sivil çalışmalarıyla, yani "sivil" olarak kabul edilmiştir. Üstelik, İslâm'ın zuhuru sırasında bilhassa Kök-Türkler'in rafinerizasyona uğrayarak vahdâniyete çok yaklaşmış olan dinleri de müsait bir ortam yaratmış bulunuyordu. İşte, bu uzunca dönemde Türkler, ağır-ağır, eski ve geleneksel dinleri olan Şamanizm'i terk ettikleri gibi, Zerdüştlük, Brahmanizm, Budizm, Maniheizm, Hristiyanlık ve Musevîlik gibi dinlerle de kısa fasılalarla ilgilendikten sonra neticeten, İslâm'da karar kılmışlardır .
Türk boyları İslamiyet'i tanıdıkça bu dinin en önde gelen mü’minleri olmaya çalıştıkları bilinmektedir. Bu gayretlerinde çoğunlukla muvaffak olduklarını da söylemek mümkündür. Zira Türkler, İslamiyet'ten önce "bozkır kültürü" diye adlandırılan sosyal bir hayat tarzı içinde yaşadıklarından, yerleşik hayattaki toplumsal sorunlardan ve arızalardan uzak durumda oldukları kabul edilmektedir . Ayrıca, güçlü bir teşkilatlanma ve bir o kadar da hızlı hareket edebilme yeteneğine sahiptiler. Kısaca, bir dini anlayışı benimseyip ona samimiyetle bağlanabilecek birçok toplumsal ve sosyolojik unsurlar taşımakta idiler.
Bu nedenle Türkler, hemen-hemen tamamıyla "sivil" bir devrim ile, iradî bir tercih neticesinde, talep, tedkik ve tahkik ederek İslâm'a girdikleri için komplekssiz olmuşlar ve bunun içindir ki, hakikaten çok samimî, dindar ve taassuptan uzak, toleranslı Müslümanlar olmuşlardır.
Yani, Türkler İslâm dinine cebren ve yukarıdan aşağıya yöneltilmiş jakoben baskılarla değil, iradî olarak ve Taban'dan gelen büyük bir devrim süreci neticesinde, antrenmanlı bir şekilde, ısına-ısına girdiklerinden onu sindirmişler, içselleştirmişler, "millî bir din" halinde absorbe etmişlerdir.


Türklerde cihangirlik tutkusunun oluşum süreci
Türk milletinin millî seciyesinin teşekkülü uzun bir sürecin sonucunda meydana geldi. Buna etki eden unsurlar, Türklerin yaşadığı coğrafî bölge, benimsedikleri iktisâdî faaliyetler ve diğer talî sebeplerdir. Tarihi veriler incelendiğinde, Türklerin hayat tarzının nüvesi, çoğunlukla geniş bozkır alanlarıyla kaplı bölgelerde teşekkül etmiştir. Esasında geçmişinde bozkır hayatı olan toplulukların karakteristik vasıflarında benzerlikler vardır. Bu benzerlikler hayatı algılamada ve toplumsal yapıda kendini gösterir. Türk milleti uzun bir süre bu hayatı yaşamak durumunda olduğu için, kültür ve medeniyet anlayışında bunun izlerini bulmak mümkündür.
Bozkırda yaşayan insan topluluklarının hayatı, tabiatıyla, oranın ekonomik şartlarından, coğrafi zorluklarından etkilenerek gelişir. Hayvan besiciliğine dayanan iktisadi yapıları onlardaki dayanışma ve idarecilik anlayışlarının şekillenmesinde önemli bir unsur, hatta ilk adım sayılır. Kalabalık sürülerine idare etmek için yeterli otlak ve su bulmak zorundadır bozkır insanı. Ancak, kendi durumundaki diğer topluluklarla anlaşmak durumundadır da. Zira aralarında çıkacak sorunlar her zaman çatışma ve gruplaşmaya dönüşebilir. Bunun için aralarından seçecekleri nüfuzlu kişinin hakemliğine itimat etmeğe kendilerini mecbur hissederler. Böylece, şartların zorlamasıyla, ilk teşkilatlı gruplar ve gruplar üstü organizasyonlar kendini gösterir.
Diğer taraftan, nüfusun artışına paralel bir şekilde bu iktisadî yapının temeli olan hayvancılık da gelişmekte idi. Hayvan sürüleri çoğalınca ve yoğunluk arttıkça göçebelik zorunlu hale gelmekte idi. Çünkü bu ortamda "otların büyüme hızı" ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalıyor ve hayvanlar açısından açlık sınırına geliniyordu. Aynı şekilde, hayvanlar için geçerli olan tehlike, onlara bağlı şekilde gelişen bir hayatı idâme ettiren insanlar için de geçerli olmakta idi. Yeterli miktarda otun yetişmemesi sorunu askerî kudretin de yumuşak karnı idi. Zira ot sadece küçükbaş hayvanlar için gerekli değildi. Savaş ve barışta binek hayvanı olarak kullanılan atın da beslenme ihtiyacı otla karşılanıyordu. Bu durum, tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar, ürünlerini sadece hayvancılığa dayandıran ve sürekli otlak arayan toplumlar arasında bir kopuş meydana getirdi…
Ayrıca tarihin uzun bir döneminde süratli hareket edebilmenin yegâne aracı attı. Atla manevra yapan savaşçıların karşısında atsız başa çıkabilmek zordu. Atın ustaca ve adeta doğal bir şekilde kullanılmasını öğrenen bozkır insanları bu sayede hızlı hareket etmenin ve dövüşmenin bütün imkânlarından yararlanmaya başladılar. Diğer taraftan, otun az yetiştiği yerde at beslemenin masraflı olması ve bundan dolayı bu zarureti telafi edemeyen toplumlar her zaman zor durumda kalmakta idiler. Hâlbuki bozkırda yaşayanlar için bu söz konusu olmuyordu.
Diğer bir husus, kuraklık ve kıtlığın insanları göçe zorlamasıdır. Bu durum, bozkır toplumlarının eriyip yok olmamak için dayanışma içinde hareket etmelerini gerekli kılmıştır. Ayrıca bu gereklilik, o toplumların teşkilatçı anlayışlarını güçlendirmiştir. Zira bu şartlarda hedefe varmak için bir biriyle kenetlenmeye ve bütünleşmeye olan ihtiyaç kaçınılmazdır. Böylece ferdî menfaatlerin korunmasından ziyade toplumun genel menfaatleri ön plana çıkarılmıştır.
Sürekli hareket halinde yaşama mecburiyeti kısa zamanda savaşçıların toplanmasını kolaylaştırıyordu. Bütün bu özelliklerin bir yerde toplanması savaş becerilerini güçlendiriyor ve bu, hayatın bir parçası durumuna geliyordu. Yani, savaşların kaçınılmazlığı veya her an bir baskın korkusunun yaşanması toplumu tetikte olmaya zorluyordu. Çatışmalar daha ziyade iktisadi ve manevi sebeplere dayanmakta idi: Otlak ve su yüzünden yapılan savaşların yanında, aşiretler veya daha büyük organizasyonların nüfuz ve şerefini artırma veya koruma gibi gerekçelerle yapılan savaşlar da görülüyordu .
Bütün bu gelişmeler sonucunda yerleşen gelenekler ve bunların etkisinde oluşan kurumlar, aşiretlerin (boyların) veya daha küçük ailelere dayalı akrabaların kolayca ayrışabilen bir siyasi oluşumun içine girmesine yol açtı. Böylece, etkili bir şahsın ve ailenin önderliğinde çok hızlı bir şekilde bütünleşme sağlanabiliyordu. Fakat süratle kurulabilen bu birlikler aynı hızla dağılabiliyordu.
Bozkır halkları, büyük atlı ordularını kolayca bir araya getirebildiklerinden, yerleşik toplumların zayıf noktalarından istifade etmeyi beceriyorlardı. Dolayısıyla, yerleşik toplumların kendilerini savunma çabalarıyla göçebe akınlarının kesiştiği yer, Avrasya'nın tarihinde belirleyici bir rol oynamıştır. Zira vahalarda veya sahillerde yaşayan şehir insanları sürekli bu toplulukların nefesini enselerinde hissediyorlar, saldırılara uğrayarak çoğunlukla göçebelerin denetimini kabullenecek duruma geliyorlardı.
Türk boylarının bu oluşumlarda sürekli birinci derecede rol oynadıklarını tarihi verilere dayanarak biliyoruz. Yani, bozkır halklarının gelen-geçen en önemli unsurlarından olan Türkler, yerleşik hayata geçinceye kadar bahsi geçen özellikleri kazanmışlardı. Öyle ki, ayakta durabildiği andan itibaren ömürlerini at üstünde geçirdiklerine işaret edilmektedir. Bu, eski Türklerde o kadar ileri bir boyuta ulaştı ki, at üstünde yemek yer, kımız içer, toplantı ve istişarelerde bulunurlar ve nihayet düşmanlarını at sırtında karşılayarak savaşırlardı.
Göktürkler, Selçuklular ve Osmanlılar gibi birçok imparatorluk kuran Türk boyları, bu imparatorlukları adeta atın sırtında savaşarak inşa etmişlerdir. Türk başbuğları, süvarilerinin sürati ve inatçı akınları sayesinde kolaylıkla büyük fetih hareketlerini organize etmeyi başarıyorlardı. Ayrıca, mesafe ve zaman kavramını aşarak, uzak-yakın ülkeleri fethedebiliyorlardı. Düşman devletlerin yaya veya ağır hareket eden zırhlı ordularını ani baskın ve hücumlarla çoğunlukla mağlup ediyorlardı. Atın üzerinde öne ve arkaya ok atma yeteneklerinin gelişmesi sayesinde rakiplerini şaşkına çeviriyorlardı. Ve daima girişimin elde tutulması, düşman saflarını bozuyor; ondan sonra gelen son bir hamle ile imha savaşı başlıyordu. Böylece, az bir zayiatla çok büyük bir zafer kazanılabiliyordu.
Savaş teknikleri, hayat tarzları, inançları, dilleri… başka ülkelere yayılırken buralarda önceden oluşmuş medeniyetlerle kaynaşma sağlanıyordu. Yani, bu fetihten oranın kültürel hayatı müspet yönde etkilenebiliyor ve sosyal bir zenginliğe kavuşuyordu. Zira, Türklerin oluşturduğu fetih geleneğinde başka kültürleri yok etmek gibi bir alışkanlığa-savaş şartlarını bir kenara bırakırsak- rastlamak zordur. Bu cihangirlik tutkusu ve fetihçilik duygusu VIII. ve IX. yüzyıllardan sonra İslam'daki cihat anlayışı ile kaynaşacak ve daha anlamlı hale gelecektir .
Cihangirlik tutkusundan cihat iklimine
Türkler'in Müslümanlarla ilk ciddi yakınlaşması önemli bir savaşta gerçekleşmiştir. Söz konusu bu tarihi gelişme, Türklerin İslam ordusuyla Talas Savaşı'nda (751) aynı safta yer alarak Çinlilere karşı yaptıkları savaştan sonra başlayacaktı. Daha sonra ise yoğun bir şekilde İslamiyet'e giren Türk boyları zamanla İslamiyet için yeni bir kuvvet olacaklardı. Bunun ilk örnekleri Kararanlılar ve Gazneliler'dir. Daha sonra tarih sahnesine çıkan Selçukluların, siyasi ve askerî açıdan bu geleneği sürdürdüğü hatta daha ileri bir boyuta taşıdığı görülür. Öyle ki, güç kaybeden Halifeyi desteklemek Selçuklu Sultanlarına nasip olmuştur.
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey'in döneminde Abbasi Halifesi üç büyük tehlike ile karşı karşıya kalmıştı: İslam alemi içinde Şii Büveyhoğulları ve Şii Fatımiler, dışarıdan da Bizans İmparatorluğu. İşte Selçuklular İslam dünyasının bu zor döneminde büyük bir iman ve taze kuvvetle devreye girdiler. Yani fiili olarak İslam dünyasının koruyucusu durumuna geldiler. Bu koruyuculuk Osmanlı Devleti ile de sürmüş ve nihayet devletin yıkılışına kadar devam etmiştir .
Diğer taraftan, Türkler İslam dinine girdikten sonra, hocalarının da etkisiyle, bu inançlarını hayatlarına uygulamaya gayret ettikleri görülmektedir. Nihayet, İslam'ın cihad anlayışını manasına uygun bir şekilde idrak edecek maşerî bir bilinç geliştirdikleri söylenebilmektedir. Bu maşeri bilincin ivmesiyle meydana gelen fütuhatlar, mevcut siyasi duruma göre şekilleniyordu. Bu, savaş stratejileri, ekonomik ve jeopolitik yapılarla da ilgili idi. Ve genellikle devleti yöneten elitlerin savaşın meşruiyetini ciddi bir takım sebeplerle açıklama zorunluluğu bulunmakta idi .
Önceleri, Maveraünnehir ve Horasan bölgesine (uçlara) cihad maksadıyla gönüllü mücahitler geliyordu. Selçuklu devleti birliğine kavuştuktan ve kuruluşunu tamamladıktan sonra (Tuğrul Bey ve Alparslan zamanı) Müslümanlar'ca Darü'l-cihat olarak bilinen Anadolu'ya daha yoğun mücahit grupları yerleşti. Buna "Selatin-i İslam" diye tanımlanan Selçuklu Sultanları da önayak oluyorlardı . Tabiatıyla, İslamiyetin sadece kendi ülkelerinde değil çevredeki topraklarda da güçlenmesi ve "daru'l-cihad" olan bu beldenin "daru'l-İslam"a dönüşmesini arzuluyorlardı. Bunun içinde hiçbir fedakârlıktan ve tehlikelere karşı göğüs germekten çekinmiyorlardı. "Dindar" oldukları bilinen Selçuklu Sultanları giriştikleri savaşlarda İslam'ın cihat anlayışına uygun hareket etmeye çalıştıkları tarih kaynaklarında bahis konusu edilmektedir. Tuğrul ve Çağrı beyler, Alparslan ve Melikşah hakkında tarihin naklettiği birçok menkıbe veya anekdot bulunmaktadır. Malazgirt Muharebesi'nde Cuma gününün seçilmesi sadece bir tesadüf değildir . Zaferi kazanan Alparslan'ın Romanos Diogenes'e davranış ve hoşgörüsü kâmil bir Müslüman'ın tavrıdır.
Türkmenlerin onbirinci yy. da Anadolu'ya akınlarının diğer bir sebebi, Horasan ve Maveraünnehir'deki sıkışıklıktır. Verimli, daha doğrusu kendilerine uygun bir yer, (otlağı ve suyu bol) bir yurt edinebilme ümidi idi. Bizans'ın, Anadolu'nun doğusunda zayıf düşmesi geçişi kolaylaştırıyordu .
Hasılı, ilk büyük Selçuklu Sultanları için Asya'nın batı bölgelerinin fethi, bir yandan yoğun Oğuz göçlerinin baskısı ve onlara yurt bulmak zarureti ile gerçekleştirilmekte ve öte yandan ülkelerini istila ve asayişsizlikten kurtarma gayreti gütmekte idi. Bununla birlikte İslam devletleri için eskiden beri (Suriye ve Anadolu'da) hasım olmuş Bizans'a karşı da cihad sürdürülme arzusu vardı .
Göçlerin neticesinde Anadolu'da kurulan Selçuklu Sultanlığı da bu misyonu aynı şekilde devam ettirmekte idi. Yine Türkmenler dalga dalga Asya içlerinden gelmektedirler. "İç Asya ve Batı Asya siyasi bakımdan kaynamaktadır." Tarihler 1200'lü yılları gösterdiği zaman Moğol istilası"nın arifesine gelinmiştir. "Çok uzak bir ihtimal de olsa bir Bizans Moğol işbirliği halinde iki ateş arasında kalabileceğini sezen Konya Sultanlığı, Bizans ile olan hudutlarının emniyet altına alınmasına, önem veriyor, ayrıca her zaman stratejik yerlerin elde tutulması veya ele geçirilmesinin zarureti ortaya çıkıyordu. Abbasi ve Büyük Selçukluların uyguladıkları Uç sistemi politikalarını bu sefer Konya Sultanlığı da tatbik ederek kendisine bir ileri karakol veya tampon bölgeler oluşturmuştur.
Anadolu Selçukluları Batıdan (Haçlılar) ve doğudan (Moğollar) gelen ve İslam ülkelerini silindirleme istidadı gösteren tehlikelere karşı büyük bir fedakârlıkla karşı koymuşlardır. Doğuda Harezmşahlar'ın yıkılışını müteakip Selçukluların da mağlubiyetiyle istilaya uğrayan İslam âlemi içinde yine en büyük direnişi Konya Sultanlığı gösterebilmiştir.
Tarih sahnesinden çekilirken misyonunu ve cihad ruhunu bir uçboyu olan Osmanlıya aktarabilmesi anlamlıdır. Bu yüzden 13. yy. Anadolu'sunda bir mayalanma çağı yaşanmıştır. Bu dönüşüm 14. yy.a kadar yoğunluğunu sürdürmüştür. Mevlâna, Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram Veli'nin arka arkaya çıkışları, tarikatların doğuş ve kuruluşları ve Osmanlı Devletinin kuruluşu ve sür'atle gelişmesi, bunun yanında veliler, gaziler, bilginler yetişerek milletin geleceğine önemli bir dayanak teşkil etmişlerdir. Böylece Cihad ruhu Anadolu'da yeniden evrenselleşmiştir. Bu yeni bir hayat ve Fetih siyasetini de beraberinde getirecektir.
Osmanlı tarihi kroniklerinden anlaşıldığına göre, Kayı Boyu Anadolu'ya geldikten sonra Selçuklu tabiiyetinde Anadolu'nun Kuzey batı bölgesine yerleştiler. Ertuğrul Bey hem aşiret reisi hem de Selçukluların bir uç beyi durumunda bulunduğu bölgede faaliyetini sürdürecektir. Selçukluların daha önceki bekçilik rollerini üstlenmektedirler. Zamanla Osman ve Orhan Gazi dönemlerinde durum daha değişik bir hal alacaktır .
Tarihçi Ömer Lutfi Barkan'a göre: "Osmanlı İmparatorluğu'nun kurulmakta olduğu zamanda, Anadolu'daki uç beyleri medeni bir hayatın kaynağı olan Türk ve İslâm dünyasının her tarafından gelmiş her sınıftan ve meslekten adamlarla doludur: İran, Mısır ve Kırım Medreselerinden çıkan hocalar, orta ve şarki Anadolu'dan tarikata mensup şahsiyetler, muhtelif şovalye ve misyonerler diyebileceğimiz dervişler . Bunlar arasında bilhassa, Aşık Paşazade tarihinde Gaziyan-ı Rum diğer tarihlerde Alpler veya Alp Erenler namı altında zikredilen ve daha İslamiyet'ten evvel bütün Türk dünyasında mevcut olan eski ve geniş bir teşkilata mensup Türk şövalyeleri mevcuttu."
Bu gruplardan bir kısmı, özellikle dervişler, boş topraklar üzerinde zaviyeler kurup siyasal düzenin kurulmasından önce kültürel çalışmalarıyla öncülük ederlerdi. Ayrıca hoşgörü ve yardımseverlik duygularıyla bölgedeki diğer unsurların İslamlaşmasına katkıda bulunurlardı.
Tarikat ve dervişlerin yaygınlığı sayesinde, İslam dünyasının her tarafıyla rahatlıkla temas sağlayabiliyorlardı. Osmanlı Devleti daha kuruluş aşamasında bu organizasyonlardan yararlanmasını bilmiştir. "Askeri istilalarla birlikte genişleyen devletle beraber birçok aşiret ve köylülerin Anadolu'nun içlerinden siyasi gelişmelere paralel olarak uçlara doğru kayması ve boş yerlere yerleşmeleriyle oraları yeni bir Türk yurdu durumuna getiriyorlardı: Buraların yavaş yavaş "bir köy bir kültür ve tarikat ekseninde teşkilatlandırıldıkları görülmektedir." Anadolu'nun birçok yerinde bu fütühat tarzının ve bunun etkisiyle meydana gelen İslamlaştırma ve Türkleştirmenin önemi büyüktür ..
Selçuklularda ve hususan Osmanlılardaki süratli gelişmeler ve şöhretli dervişler genellikle mucizevi izahlarla anlatılmaya çalışılır. Oysa meselenin arka planı, göze çarpmayan alt yapısı, yani gelişmelere sebep olan donanım ve hazırlıklar vardır: Bunların en önemli ayaklarından biri "Misyoner Türk Dervişleridir."
Ayrıca, alın teriyle hayatını kazanan, kendi gayretleriyle bağ bahçe meydana getirip, yerleşimi kolaylaştırarak gazilerle birlikte memleket açımını temin ediyorlardı. Anlaşıldığı kadarıyla bu Türk derviş ve gazilerinin tercihi daha çok boş alanlar olup ilk önce oraları mamur hale getiriyorlardı. Kültürel ve siyasi yönden hazır hale gelen uçlarda Osmanlı devletinin tutunabilmesi kolaylaşıyordu. Uyguladıkları hukuk ve toprak düzeninin yanında gayr-ı müslim halkaların tepkileri azalıyor veya bazen iltihaklar da vaki oluyordu.
Üç kıta üzerinde 10-50 derece kuzey enlemleri ile 10-60 derece doğu boylamları arasında uzanan Osmanlı Devleti, saha ve toprak genişliği itibarıyla bir kıta görünümünde olmasına; çeşitli tabiat ve iklim şartlarıyla; tebaasının (vatandaşının) ırk, din, dil, mezhep, kültür gibi çok farklı bünyelere sahip bulunmasına rağmen onları, dünya devletlerinden çok azına nasip olmuş bir adaletle idare edebilmişti. Özellikle, ulaşım teknolojisi bakımından günümüzle mukayese edilemeyecek derecede imkânsızlıklar içinde bulunan o asırların dünyasında, bunca farklı sosyal ve kültürel yapıya sahip insanları idare etmek ve tamamının bir arada insanca yaşamasını sağlamak zannedildiği kadar kolay değildi .
Osmanlı Beyliği, fethettiği yerlerdeki halkla kaynaşarak onların dinî, örfî ve sosyal yapılarına karışmayarak düşünce ve vicdan hürriyetine saygı gösterdiği gibi, ağır vergiler altında ezilmiş bulunan gayr-i Müslim tebaasından belli bir vergi (Cizye) almakla yetinerek mevcut kanunlara aykırı olarak keyfî hiçbir muameleye müsaade etmiyordu.
İslâm'ı kabul etmiş olan insanlar (Müslümanlar), gerek diğer insanlara karşı olan hak, vazife ve salahiyetlerinde, gerekse Allah'a karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmede, onun emirlerine uygun hareket etmeyi bir vazife telakki ederler .
Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren adâlet ve dinî alandaki müsamahası ile çevredeki Hıristiyan halk kitlelerinin sempatisini kazanmıştı. Osman Gazi, Rum komşularının çoğu ile iyi münasebetler kurmuş ve bu münasebetler sonucunda Rumlardan birçoğunu kendi tarafına çekmişti. Orhan Gazi, Bursa'yı feth ettikten sonra Rumlara şehri niçin teslim ettiklerini sorduğunda şu cevabı almıştı: "Sizin devletinizin günden güne yükseldiğini, buna karşılık bizim devrimizin bittiğini anladık. Babanızın yönetimine giren köylülerin memnun kalıp bir daha bizi arayıp sormadıklarını ve rahat olduklarını gördük. Biz de bu rahatlığa heves ettik ."
Osmanlılar, Anadolu'da olduğu gibi Rumeli'deki Hıristiyanlara da din ve vicdan hürriyeti tanımışlardı. Onlar, Hıristiyanların varlıklarına ve yönetim tarzlarına dokunmadılar. Ağır vergiler altında ezilmiş bulunan yeni tebeanın (vatandaş) vergi yükünü hafifleterek, mevcut kanunların hilafına keyfî hiçbir muameleye müsaade etmediler. Devlet, kendi himayesine girmiş zimmîlerin her türlü hak ve hukukunu garanti altına almıştı. Çünkü onlar "vedia-i Hâlik-ı Berâyâ", yani Allah'ın birer emaneti idiler .
Zaten baştanbaşa Hıristiyanlarla meskûn olan Balkan Yarımadası'nda, bu tarzdaki hareket ve davranışın Osmanlı fetihlerini kolaylaştırdığı bir gerçektir. Kısa zamanda bölgeyi bir Osmanlı toprağı haline getiren âmil, bu âdilâne hareket ve siyasetteki inceliktir.
Bir taraftan Bizans İmparatorluğu'nun bozulmuş olan yönetim tarzı, vergilerin keyfî olması, Rum bey ve hatta imparatorlarının kendi hazinelerini doldurmak gayesiyle halkı soymaları; bir taraftan da asayişsizlik ve ekonomik buhran gibi etkenler, halkın Osmanlı idaresini memnuniyetle karşılamasına sebep olmuştu. Bizans ve diğer derebeylerin yönetim tarzına karşılık Osmanlıların disiplinli hareketleri ve fethedilen yerlerin halkına karşı adâletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir siyaset takip etmeleri, vergilerin tebeanın ödeme imkânlarına göre tertip edilmiş olması ve bilhassa Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edenlere karşı Türklerin, buralardaki unsurların dinî ve vicdanî hislerine saygı göstererek bu ince ve hassas noktayı prensip olarak kullanmaları, Balkanlıların Katolik tazyikine karşı Osmanlı yönetimini bir kurtarıcı olarak karşılamalarına sebep olmuştu . Balkan milletleri, Osmanlılara karşı böyle bir tavır sergilemekle yerinde bir karar vermiş oluyorlardı. Çünkü Osmanlı rejimi, din ve ırk ayırımı gözetmeyen, bütün tebeayı Osmanlı şemsiyesi altında birleştiren bir yönetim idi. Osmanlılar, devletlerini kurarken kitleleri çeken bu uzlaşıcı, koruyucu ve hoşgörülü siyaseti şuurlu bir şekilde takip ediyorlardı. Onların idare sistemi, tamamen insanî idi. Hiç kimse, din veya ırkından dolayı hor görülmüyordu. Böyle insanî bir uygulama, ister istemez Müslüman olmayan vatandaşların ruh ve benliklerinde Osmanlılara ve dolayısıyla Osmanlının mensubu bulunduğu dine karşı bir sempati ile bakmalarına sebep oluyordu .
Osmanlı, kurduğu sistemle Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da bir denge sağlamıştı. Günümüzde bile siyasî, ekonomik ve dinî kargaşanın eksik olmadığı bu bölgelerde Osmanlı, etnik yapı, din, gelenek, örf, âdet ve kültürleri farklı olan toplum kesimlerini temsil eden insan taleplerinin bulunduğu ortak bir nokta özelliğini taşıyordu. Zira Osmanlı, uygulama alanına koyduğu İslâmî anlayış sayesinde câmi, kilise ve havranın yan yana durduğu bir üst kültürü tesis etmişti. Böyle bir üst kültürün tesisi, "İlâhî Mes'uliyet" denilen bir yükümlülüğe dayanıyordu. Osmanlı, taşıdığı bu yükümlülüğün farkında olan bir devletti. Nitekim Osmanlı fetihlerinin temel felsefesi de bu ilahî mes'uliyete dayanan bir sorumluluk ürünü idi. Devletler fethetmek, yeni topraklar kazanmak, güçlü bir devlet kurmak ve geniş halk kitlelerine hükmetmek gibi, bazı kesimlerin ideali olarak görülen hedefler, Osmanlı yöneticisi için bir araç olmaktan öteye gitmiyordu. Zira Osmanlılarda, hâkim olan zihniyet, dünyalık elde etme temeli üzerine değil, "İ'lâ-yı kelimetullah" gibi üst bir ideal etrafında şekillenmişti. Nitekim bu konu kanunnâmede açık bir şekilde belirtilmiştir .
Fark gözetmeden ve yürürlükteki hukukî temeli bozmadan kendi toplumunun bütün fertlerine karşı adâlet ve hoşgörü prensiplerinden ayrılmadan hareket eden bir devletin vatandaşı olan gayr-i müslimler, devlete ve devletin mensubu bulunduğu dine karşı bir sempati içinde olacaklardır. Hakim güç olarak zimmî vatandaşının huzur ve refahını düşünen bir devlete karşı onların başka türlü hareket etmesi de beklenemezdi. Nitekim bu anlayış, 1463 yılında Bosna kralının Papa'ya yazdığı bir mektupta kendini açıkça ortaya koymaktadır. Buna göre köylüler, Osmanlılara karşı başlarında bulunan hanedan ve feodal beyleri desteklemeyip yalnız bırakmışlardı. Osmanlı egemenliği altında Balkanlarda, 1600'lere kadar köylü isyanı hemen hemen yok gibidir. Özellikle papalığın İslâm'a karşı köylü kitlelerini bir din savaşına sürükleme girişimleri de başarılı olmamıştır .
Zaman zaman, bazı hükümdarların fevri düşüncelerinin sonucu olarak gayr-i Müslim tebaaya karşı, dinî baskı temayülleri bizzat Osmanlı din adamları tarafından engellenmeye çalışılmıştır. Böyle bir uygulamanın dinî olmadığı kendilerine hatırlatılmıştır. Nitekim Hammer, şöyle bir olaydan bahseder:
Yavuz Sultan Selim'in bir emrine karşı, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemalî Efendi'nin Osmanlı topraklarındaki Hıristiyanları kurtarması şöyle olmuştur.
Padişahın, bir gün durup dururken dünyayı fethetmek mi, yoksa bütün milletlere İslâmiyet'i kabul ettirmek mi daha iyi ve hayırlı olacağı şeklindeki sorusuna, Zenbilli Ali Cemalî Efendi, ikinci şıkkın, yani insanları Müslüman yapmanın daha iyi olacağını söyler. Bunun üzerine hükümdar, topraklarındaki kiliselerin câmiye çevrilmesini, Hıristiyan ayinlerinin yasaklanmasını ve Müslüman olmak istemeyenlerin idam edilmelerini emreder. Beklemediği bu sonuç karşısında Şeyhülislâm Ali Cemalî Efendi, dönemin Vezir-i Azam'ı Pirî Mehmed Paşa ile anlaşarak Rum Patriği'nin maiyeti ile birlikte Edirne'de huzura kabul edilmesini sağlar. Bu kabulde Patrik, Fâtih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethettiği zaman Hıristiyanlara serbestiyet tanıdığını ve hiçbir kimsenin zorla Müslüman edilemeyeceği taahhüdünde bulunduğunu ileri sürmüştü. Fakat bu müsaade ve taahhüdü muhtevi ferman, bir yangında yandığından fetihte hazır bulunmuş olan üç ihtiyar yeniçerinin şehâdetine müracaat edildikten sonra Yavuz Sultan Selim bu konudaki emrini geri almak zorunda kalmıştı .
Cihad veya İslama hizmet anlayışı Osmanlının sürekli ideali olmuştur. Belki de Osmanlı hanedanının ve devletinin en önemli dayanaklarındandı, bu ideal... Devlet ve Milletin selameti için bütün gayretler sarf edilmeliydi. Bu ideal "Ya şehid, Ya gazi" ibaresiyle ifade ediliyordu. Ülke tehlikeye düşünce, onu savunmak ve bu uğurda ölmek, İslam inanışına göre en büyük mertebe olan şehitliğe ulaşmaktı... Yine bu anlayışa göre savaşta sağ kalarak hizmet edenlere ise gazi unvanı layık görülüyordu ... Savaşta alınan her yara belki de en büyük şeref madalyası idi. Böylece dünya ve ahirete yönelik vahdet anlayışına sahip oluyordu. Osmanlı insanı, Dünya'yı ahirete yönelik geçici bir gözle gören bir anlayışın yapamayacağı fedakârlık olamazdı.
Osmanlı devletinin ilk mayasını teşkil eden Osman Gazinin ölüm döşeğinde oğlu Orhan'dan; adil, merhametli, dinin emirlerine itaatli olmasını ister. Ayrıca, "İslam dinini yaymak için Allah'ın emri gereği Cihad eyle: din adamlarını, alimleri, dervişleri koru. Onlara yardım et, dualarını al. Rahatı düşünme. Bizim gibilerin rahat zahmettedir. Güçlüklerden yılma, emeklerini Cihad uğruna harca, dünya malına değer verme. Çünkü dünya malı geçicidir. Bütün beşerî lezzetler biter, sen ebedi güzelliklere talip ol. Mükafatını da yalnız Allah'tan bekle. Bizim kavgamız Mihnetle kuru kavga değil. Davamız cihana hükmetme davası değil, davamız bütün bunlardan çok daha mukaddes ila-yı kelimetullah davasıdır. Zaferlerimiz büyük davamızın zaferleridir. Bu davada, insanlar sadece vasıtadan ibarettir. Nöbet senin Orhan, biz göçer olduk. Göreyim seni, ilminin de kılıcının da hakkını ver. Yolun açık olsun." der.
Osmanlı hanedan mensupları ve halk arasında makes bulan bu anlayış, adeta Osmanlı cihad ruhunun bir manifestosudur.
Osman Gazi, nesline hedef gösterirken kendisi de sağlığında bu hedeflere riayet ediyordu. Tanınmış Osmanlı tarihçisi Hammer'in tarihinde bahsi geçen bir hususu burada nakletmeliyim: Osman Bey tayin ettiği kadıya "Pazarlarda din ve milliyet farkı gözetmeksizin" koruma görevini verir. Bir Cuma günü Germiyan Türk Beyi Alişar'ın uyruklarından olan bir Müslüman ile Bilecik Rum Komutanına bağlı bir Hıristiyan arasında çıkan kavgada Osman, Hıristiyandan yana hüküm verdi. Bunun üzerine bütün ülkede Ertuğrul'un oğlu Osman'ın hak ve adalet severliğinden söz açılmaya başlandı. Bunun üzerine halk Karacahisar pazarına daha çok ilgi duymaya ve toplanmaya başladı.
Osmanlı girdiği topraklarda askeri tatbiklerle kaldığını zannetmek eksik bir anlayıştır. Cihat ve fütühat için geçtikleri Rumeli yakasında yeni iskân politikası izleniyordu. Oralardaki gayr-ı Müslim ahaliyi ezmek, köylü veya diğer emekçilerin haklarını gasbetmek gibi Osmanlı karşıtı görüşler geçerli değildir. Zira, vatanıyla bütünleştirilen toprakları vatan toprağı, halkını da kendi halkı yani tebaası gibi görmek zorunda idi, Osmanlı idarecileri. Sadece İslam'ın getirdiği şefkat anlayışından değil, (tabir yerinde ise hümanist ve insan severlikleri yanında) o topraklarda kalabilmek, devletin nizam ve asayişi için buna mecburdular.
Balkanlarda Osmanlı nüfûzu tırmanırken Anadolu'da isyan eden beylere karşı da savaşmak zorunda kalınıyordu. Anadolu Beyleri bir türlü cihad misyonun bayraktarlığının Osmanlıya geçtiğini kabullenemiyorlardı, hâlbuki gazi ve gazilik bütün Anadolu göçebeleri tarafından "Oruç gibi ibadetler arasında sayılmaya" başlanmıştı. Ancak bunun anlamına uygun bir şekilde kanalize edilmesi gerekiyordu... Fakat, beylerin nüfûz mücadelesi Osmanlı Sultanlarını da savaşa zorluyordu. Karamanoğulları tarafından bir türlü hazmedilemeyen Osmanlı fütühatı, onlar için daima tehlike olarak anlaşılıyordu. Osmanlı sultanları için Beyler arasındaki muharebeler çok ıstıraplı İslam ahalisinin ve mülkünün lüzumsuz yere heder edilmesi olarak telakki ediliyordu. Karamanoğlu Alaaddin Bey'in saldırısını öğrenen Murad Hüdavendigâr bundan dolayı çok üzülür. "Şu ahmak zalimin yaptığı işleri görün. Ben din gayretiyle Allah yolunda bir aylık mesafede kâfirler içine girdim, ömrümü gece-gündüz kazaya verdim, çok mihnet ve belâ çektim. Hâlbuki o gelip Müslümanları yağma etti. Ey gaziler! Ben nasıl cihadı bırakıp Müslümanlara kılıç çekeyim" demişti. Böylece Karamanlılarla savaş kaçınılmaz hale geldi...
İspanyol seyyahı Pero Tafur, Türkler hakkında: "Onlar asil ve doğrulara önem veren insanlar... son derece güzel yüzlü cömert ve sohbetlerinden zevk alan hatta o yörelerde bir insana faziletli denecekse 'Türk gibi' demek yeterli idi" der. Seyyahın üzerinde müsbet tesir bırakan Türkler, II. Murad zamanında Edirne'de gördüğü insanlardı .
Osmanlıların Balkanlarda yerleşmeleri "arızî" bir olay değildir. "Bizans kudretinin" çözülmesinin tabii bir neticesidir. Rumeli Anadolu gazileri için daimi faaliyet ve cihat sahası olmuştur: Bu yayılışta devletin güttüğü politika dikkat edilirse, fetihle ezip geçme veya orada yaşayan halkları Avrupa'nın içine doğru itmek gibi bir harekattan uzaktır. Ani bir fetih ve yerleşme söz konusu olmayacağını belirtmek gerekir: "Eski Rum, Sırp, Arnavut asil sınıfları ve askeri, zümrelerin yerlerinde bırakılarak önemli bir kısmının Hristiyan tımar erleri olarak Osmanlı Tımar kadrosuna sokulduğunu XV. asırda Osmanlı devletinin hiçbir şekilde zora dayalı bir İslamlaştırma politikası gütmediğini daha ziyade içine aldığı unsurları özümseyerek hareket ettiğini "II. Murat ve Fatih S. Mehmet devrine ait tımar ve tahrir defterlerinden anlamaktayız.
Osmanlı devleti "senin dinin sana benim dinim bana" düsturu ve devletin pragmatik anlayışıyla dini hususta oldukça müsamahakar ve rahat yaklaşmış "gayr-ı Müslim reayanın dini işleriyle kendisini alakadar görmediği vakıası belirtilmiş." Hıristiyan halka devşirme ve gulam sistemi sayesinde devlet hizmetine katılma imkânı vererek idari kademelerde önlerinin açılması sağlanmıştır. Bunun yanında Voynuklar ve Martoloslar gibi varlıklarını asırlarca sürdürebilmiş Hrıstiyan askeri guruplar olduğu gibi Hıristiyan tebaadan da askeri yönde hizmetler için istifade edilebilmiştir .
Böylece, çok milletli bir devlet olan Osmanlı fetih ve cihat politikasını da bu hassas dengelere göre ayarlamak zorunda idi. Bunun sonucu olarak birçok toplum İslamiyet'i seçmişlerdir. Bosnalılar, Arnavutlar, Lazlar, Kırım Gürcüleri, dillerini koruyarak Müslüman olmuşlardır. Klasik dönemden sonra XVII. Yy'ın ikinci yarısı boyunca bir küçük Yahudi gurubu İslamlaştı.
Bu hoşgörülü fetih siyaseti Avrupa'da önemli yeri olan bazı şahsiyetler tarafından da kabul edilmiştir. Katoliklerle Protestanların çatışma halinde olduğu 1530'lu yıllarda bir Katolik kardinali: "Türkler Protestanlardan daha iyidir," çünkü onlar Hıristiyanlara yaşama hakkı tanıyınca "Katolik olarak yaşamalarına izin veriyorlar. Oysa Protestanlar insanın yaşamasına izin verseler bile, ruhlarını yok ediyorlar." Protestanlılığın kurucusu Martın Luther de Türkler hakkında olumlu görüşlere sahipti: "Türkler herkesi kendi inancında serbest. bırakır fakat papa bunu yapmaz. O daha kötüdür. Papanın yönetimi beden ve ruh açısından Türklerinkinden daha katıdır." demektedir.
Hıristiyan Avrupa'nın o dönemlerde sahip olamadığı tolerans Türkiye'de fazlasıyla mevcuttu. Türkiye'den Haham Isaak Safartı'nın Hıristiyan egemenliği altındaki Avrupa dindarlarına yazdığı mektup ünlüdür: Haham mektubunda Türkler "Boyunlarında Hıristiyanlar gibi birer "insan sevgisi" yaftası taşımıyorlardı" fakat insan sevgileri fiili olarak, hiçbir gösteriş ve şaşaaya yer verilmeden görülüyordu. Avrupa ve Osmanlı mülkünde yaşayan Yahudilerin durumu buna örnek teşkil etmektedir.
Protestan ve Katoliklerin ileri gelenleri tarafından kabul edilen bu husus, esasında kolaylıkla anlaşılabilecek bir husustur. Zira o dönemde gerek Katoliklerin Protestanlara gerekse Protestanların Katoliklere baskısı birbirini inkâra yöneliktir. Oysa Türkler de bu yoktur. İslam dininin bakış açısı ve Türklerin eski çağlardan beri getirdikleri özümseme ve kendi içine alma fikri sayesinde Hıristiyan halkları, hasım olarak görmüyorlardı. Onlara tebaa ve müstakbel ümmet nazarıyla bakıyorlardı. İslam inanışının temellerinden olan Peygamberlere iman sayesinde, Hz. İsa'nın ve ondan önce gelen ve Hıristiyanlarca da inanılan bütün peygamberlerin kabul edilmesi o günün mezhep ayrılıkları yüzünden birbirinin düşmanı olan Avrupalılarca hayret ve hayranlıkla karşılanmıştı. Aynı inkar zihniyetine sahip İspanyollar Müslümanlara ve Yahudilere İspanya'da yaşama hakkı tanımamışlar, Müslüman ve Yahudiler ya din değiştirmek zorunda kalmışlar ya da İspanya'yı terk etmek zorunda bırakılmışlardı.
P. Wittek, Osmanlı devletinin Gazi devleti karakteri üzerinde durur ve bu gazi devletinin menşeden tabi olduğu hususi bir uç kültürünün Osmanlıların, fethedilen yerler hakkında tam bir müsamaha içinde yaklaştırdığını ve kaynaşmayı kolaylaştırdığını söyler. Fatihlerin gazi karakteri sayesindedir ki, ne Anadolu'da ne de Balkanlarda bir kültür kesintisi olmamıştır. Aynı yazar şu vakıaya da dikkati çekmektedir: "Osmanlılar taarruz ettikleri memleketin medeniyetine o derecede intibak etmeleri, Bizans hudut askerlerinin kitle halinde onlara iltihaklarını," kasaba ve küçük şehirlerin kendiliklerinden teslim olmalarını daha kolay bir hale getirmiştir .

SARICA SALTIK (SALTUK) GÂZÎ VE MEZARI

Sarıca Saltık Dede (veya Baba) adı, Türk Cihat ve gaza geleneğinin önemli halkalarından biridir. Ancak böyle bir şahısla ilgili muhtelif ve çelişkili rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetler, yer ve zaman bakımından çeşitlilik arz etmektedir. Buna göre, Sarı Saltık adında bir alp-eren ve gazinin gösterdiği kahramanlık ve yaptığı hizmetlerden dolayı döneminde şöhret bulduğu ve zamanla buna benzer yiğitlik örneği sergileyen gazilerin de o adla anıldığı düşünülebilir. Hatta bu adı taşıyan bir Türkmen topluluğundan da bahsedilmektedir. Tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın şu ifadeleri buna teşkil etmektedir: "Karesi Bey Moğollar'dan kaçarak kendisine iltica eden halkı ve Ece Halil kumandasıyla Dobruca'dan gelen Sarı Saltuk Türkmenlerini kendi arazisine yerleştirmek hakim olduğu mıntıkada Türk nüfusunu artırdı."
Asıl adı Şerif Hızır ya da Muhammed Buharî olan bu Türk dervişi on üçüncü asırda yaşamıştır. Hristiyanların yaşadığı Rumeli topraklarında yaptığı faaliyetlerle İslam'ın Rumeli'de yayılmasında önemli rol oynadığı tahmin edilmektedir . Bu hizmetlerinden dolayı Müslüman ahali tarafından o kadar sevilmiş ve benimsenmiştir ki asıl adı, nereli olduğu ve kişiliği hakkında bir çok menkıbeler vücuda getirilmiştir. Bu menkıbelerin derlendiği Saltuknâme'ye ve Evliya Çelebi'nin Seyahatnâmesi'ne göre Sarı Saltık, Türkistanlı Ahmet Yesevi'nin halifesidir. Türk tarikat geleneğinin üstadı konumunda olan Hoca Ahmet Yesevi, irşat vazifesi için önce Hacı Bektaş-ı Velî'yi Anadolu'ya göndermiştir . Daha sonra, "Sarı Saltık" lakabıyla anılan Muhammed Buhârî'yi Horasan erenlerinden yedi yüz kişiyle Hacı Bektaş'ın hizmetine göndermiştir. Meşhur "tahta kılıcı"nı beline kuşatarak ona şu nasihati verir: "Saltık Muhammed'im! Bektaş'ım seni Rum'a göndersin. Leh diyarında dalâlet-âyin olan Sarı Saltık suretine girip, ol mel’unu bir tahta kılıçla katleyle! Makedonya'da, Dobruca'da, Yedi-krallık yerde nam ve şan sahibi ol!" Sarı Saltık Anadolu'ya gelince Hacı Bektaş-ı Velî, Şeyhinin emrine uyarak onu Dobruca'ya göndermiş o da bu görevi yerine getirmiş, böylece bir çok yeri zabt ederek burada yaşayan gayrimüslim toplulukların Müslüman olmasına vesile olmuştur.
Hacı Bektaş-ı Veli'yi anlatan kaynaklara göre bu alperen Hacı Bektaş'ın müritlerindendir. Hacı Bektaş bir çoban olan Sarı Saltık'ın temiz yürekliliği ve iyi niyetine binaen onu müritliğine kabul etmiş ve bu yola giren Sarı Saltık velâyet mertebesine yükselmiştir. Hacı Bektaş-ı Velî de onu halife tayin etmiş ve Rumeli'nin İslamlaşması için görevlendirmiştir. Menkıbelerden anlaşıldığına göre, Anadolu'da, Rumeli'de ve Dobruca'da faaliyetlerini sürdürmüştür. Bunun yanında birçok yerde mezarı ve makamı olduğuna dair iddialar bulunmaktadır . Ölümünden sonra "cesedinin bulunduğu yerin bilinmemesi, onların Müslümanlar tarafından ziyaret edilmesi ve bu ziyaretler neticesinde bu memleketlerin İslam hakimiyetine geçmesi" için kapalı altı veya yedi tabut gayrimüslimlerle meskûn olan şehirlere gönderilmesini oğullarına vasiyet etmiştir . Bu emre uyan varisleri Sarı Saltuk'un ölümünden sonra hazırladıkları tabutları Baba-Eskisi, Baba-Dağı, Kaliakra (Kuzeydoğu Bulgaristan), Romanya, … ve hatta Danzig'e (Polonya'nın orta kuzey kesiminde, Baltık Denizi kıyısında) kadar götürmüşlerdir .
Tebliğimizde Sarı Saltuk'a değinmemizin iki temel sebebinden birincisi; onun Türk Gaza ve Cihad felsefesinin aktörleri zincirinin halkalarından biri olmasıdır. Türk tarihinde bu şekilde sembol isimler bulunmaktadır . İstanbul'un fethinde burçlara ilk bayrak diken yeniçerinin ismi de bu şekilde bayraklaşmış bir isimdir. Ulubatlı Hasan. Son zamanlarda tarihçiler arasında Ulubatlı Hasan'ın gerçekte yaşamış bir şahıs olup olmadığı tartışmaları baş göstermiş bulunmaktadır. İster yaşamış ister yaşamamış olsun bunlar sembol isimlerdir. O belde fethedilmiş ve o bayraklara bayrak dikilmiştir. Her milletin tarihini oluşturan efsaneler ve efsane kahramanları vardır ve olacaktır. Haliyle adları İster Sarı Saltık, ister Muhammed Buhârî Rumeli'nin İslamlaşmasında rol almış isimsiz kahramanların millet bilincine kazınmış imzalarıdır Sarı Saltıklar, Ulubatlı Hasanlar… Bu hususu Yahya Kemal'in şu beyti çok güzel bir şekilde ifade etmektedir:

Geldikti bir zaman Sarı Saltık'la Asya'dan
Bir bir Diyâr-ı Rûm'a dağıldık Sakarya'dan

İkinci sebebe gelince; 1911 yılında İbnürrahman A. Tayyar tarafından Beyanü'l-Hak mecmuasında konu edilmiş olan makalesine temas etmektir . Bu makale'de Sarıca Saltık Gazi (Baba)'nın faaliyetleri zaman açısından denk düşmese de bazı benzerlikler arz etmektedir. Bu da, yukarıda belirtildiği gibi, gaza geleneği halkasına dahil olan alp-erenlerin bir kısmının Sarı Saltık unvanı altında anıldığı ihtimalini güçlendirmektedir.
A. Tayyar'a göre bu ad, Osmanlılığa özgü birçok güzel hasleti sembolize etmektedir. Yani, şecaat, kahramanlık, âlicenaplık, hamiyet gibi nice güzel hasletleri mânâsında toplamış bir isimdir; daha doğrusu bu tür hasletlerin hülasasıdır Sarıca Saltık…
Yine yazara göre, aslen Horasan erenleri'nden olup memleketinden kalkarak Osmanlı toprağına gelmiştir. Sultan Murad Hüdavendigar'ın emriyle Biga kalesinin fethinde bulunmuş ve çok yararlılık göstermiştir. Ayrıca Rumeli fatihi Gâzî Süleyman Paşa'nın maiyetinde de bulunarak gaza için Rumeli'ye geçtiği de bilinmektedir. Biga ve çevresinin fethinden sonra vefat edip Çanakkale'nin kuzeydoğusunda bir buçuk saat mesafede yüksek ve çamlık bir yere defnedilmiştir.
Diğer taraftan fetihten önce şehit olarak vefat ettiği rivayeti yanlıştır. Kitabesinde böyle bir kayda rastlanılmamıştır. Ancak, Biga fetihleri arasında namı yayıldığı ve Horasan Türklerinden olduğu ve Sultan Murad'ın adil bir hükümdar olmasından dolayı hizmetine girdiği belirtilmektedir. Bu zatın kabrini de ziyaret ettiğini belirten İbnürrahmani A. Tayyar, halk arasında Sarı Baba namıyla bilindiğini yazmaktadır. Mezarı yıkıntılar arasında bulunmasına rağmen Türklüğün, belki de gaza geleneğinin simgesi durumundadır. Bu bölgede yaşayan çiftçilerin harman zamanı Sarıca Baba tepesinde hayır yaptıkları bilinmektedir. Halk bu büyük zatı dualarına dahil etmektedir ve bu sebeple yılda bir kere kabrini ziyaret etmek adeti mevcuttur.
Yazarın belirttiğine göre, bir dağ eteğinde bulunan bir köy bu gazinin adıyla anılmaktadır. Dağa Sarıcaili dağı, köye de Sarıcaili karyesi (köyü) denmektedir. Bu bölgenin debdebeden uzak ve sadelik içinde olması, bu gazinin özüne ve tevazuuna da uygun düşmektedir. Zira kahramanca ölümler, cihangirâne savaşlar hep sadelikten çıkar.
Koca Gâzî'nin yanında Hurûfî babalarından birisi yatmaktadır. Ayrıca, Kadirilerden Şeyh Mustafa Efendi de oraya defnedilmiştir.
Sultan II. Mahmut zamanının önde gelenlerinden İsa Bey adlı bir zat Sarıca Saltık'ın mezarının başına yeniden bir kitabe diktirmiştir. "Mevcudiyetinin adına olup olacak himmet ve inayet bu kadarla kalmıştır. Şimdi yalnız o taş vardır." Yazarın 1911'lerde gördüğü mezarın kitabesinde ise şu ifadeler bulunmaktadır:
"Yâ Hû!
Hâcegân-ı Divân-ı Hümâyûn'dan Moravî es-Seyyid İsa Efendi'nin tebriki olarak merhum cennet-mekân Horasan erenlerinden Sarıca Sultan Hazretleri'nin rûh-ı şerifleri için el-fâtiha. Sene 1225 (1810)"
Sonuç olarak; Selçuklular ve Osmanlılarda cihat ve fütuhat anlayışları Türk tarihini anlamamızda önemli noktalardan biridir. Türklerin fetihçi karakteri, bozkır Kültürü ve İslam'ın cihad yönünün tabii bir sonucudur. Bu fetih siyasetini çapul ve yağmadan ayırmak gerekir. Türklerin cihad anlayışında-Batılı kavramlarla ifade edersek-sömürü anlayışı yoktu, belki buna dini anlayışı, sosyal ve ekonomik yapısı da müsait değildi. Türklerin yayılmasında en önemli husus; Dini tebliğ yanında, vatan edinme arzusudur... Bulundukları bölgelerin coğrafi yapısı kendi ihtiyaçlarına cevap veremeyince yeni yurt bulmak zorunda kalmışlardır. Bunun gereklerini de hiç çekinmeden yapmışlardır. Türklerin Anadolu'yu yurtlaştırmaları eşyanın tabiatına uygun, tabii bir gelişmedir. Stefanos Yerasimos'un değerlendirmesine göre: Bizans İmparatorluğu'nda iktidarı kaybetmekte olan bürokrasiyle, orduları bulunan büyük mülk sahipleri arasında cereyan eden mücadeleler ülkeyi harabeye çevirmiştir. Bu durum halkı devletten ve mülk sahiplerinden soğutmuş, yeni gelen topluluk tarafından özümsenip kendi içinde erimesine sebep olmuştur.
Osmanlı Devletinin Balkanlarda yayılmasında da aynı durum söz konusu idi. Osmanlı idari, hukuk ve toprak düzeni Balkan halkları için bir alternatif ve tercih sebebi olmuştur. Dini hoşgörü, iktisadi rahatlık hususunda tarihçiler müttefiktir. Gibbons, Osmanlıların, yeniçağlarda dini hürriyet ve hoşgörü ilkesini getiren ilk millet olduğunu, Batı dünyası engizisyon zulmü ve Yahudi aleyhtarlığı gibi, din ve mezhep taassubu içinde çalkalanırken; Türkiye'de her dine mensup insanların ahenk ve barış içinde yanyana yaşadığını, yine,16. yy'ın Akdeniz bölgesinin iktisadi ve sosyal tarihini yazan F. Braudel, Osmanlılardaki feodal sistemin Avrupalılarınkinden daha iyi olduğunu belirtmişlerdir.
Esasında bu yapılanmalar ve özellikleri yok farzettiğimiz takdirde altı yüz sene yaşayabilmiş Osmanlı tarihini anlamakta güçlük çekeriz. Meselâ, Balkanlardaki değişik etnik unsurları uzun süre bir arada tutabilmeyi ve oralarda yapılan yatırımları, Mehmed II.'nin İstanbul'u fethinden sonra bütün halkı kucaklayıcı siyaseti, ancak İslam'ın cihad anlayışıyla izah edilebilir. Bütün muameleler bu düşünceye göre şekillenir. Fethedilen yer vatan toprağı, üzerinde yaşayan unsurlarda artık yabancı değil, tebaa günümüzün kavramlarıyla ifade etmek doğru olursa vatandaştır.
"Avrupa'nın içlerinde, Arap çöllerinde asırlarca kan dökmek bize ne kazandırdı" gibi günümüzde telaffuz edilen sözler, Türk fütuhat felsefesine göre anlamsızdır. Suud çöllerine yapılan bir taarruz Anadolu'daki bir şehire yapılmış gibi addedilir. "Sınırdaki bir kulubenin işgali Dolmabahçe sarayının işgali gibidir." Zira oralar vatanın bir parçası olup, uğruna dökülen kan da şehit kanıdır.
Şunu da belirtmekte yarar var; Osmanlı fetih ve cihad siyasetinin her zaman kaidelerine uygun bir şekilde tezahür ettiğini söyleyebilmemiz de mümkün değildir. Hele geniş bir coğrafyaya yayılan değişik bölgelerde mücadele etmek zorunda olan ve değişik bölgelerde idari yapılanmaya giren, ayrıca her zaman idareci ve komutanlık vasıflarını haiz olan insanları bulunmayan veya isabetsiz tayin edilen bir imparatorlukta Cihad hususundaki hassasiyet de her zaman tutarlı olmayabilir. Ancak biz burada genel olarak Selçuklu ve Osmanlılarda makes bulan anlayışı ortaya koymaya çalıştık. Türk fetih siyasetini kapsamlı bir şekilde ortaya koymak için Osmanlı Devletinin bütün safhalarını inceleyerek, hususan savaşların gerekçeleri, ulemânın tavrı ve alınan neticelerin incelenmesini gerektirir.

Kaynakça
Akpınar, Dr. Turgut, Selçuklu Tarihçilerimizde Siyasi ve İdeolojik Düşünceler, Tarih ve Toplum Ocak 1993, Sayı: 109
Barkan, Ö.L., Kolonizatör Türk dervişleri, Hamle Yayınları
Beldıceanu, Nıcara, Osmanlı İmparatorluğu'nda Şeneltme, Türkleştirme ve İslamlaştırma., Tarih ve Toplum: Ekim 1992, sayı:l06
Hammer, J. (Bugünkü dille: Abdulkadir Karahan) Osmanlı Tarihi, c.l. İst.1990
İnalcık, Halil: "Rumeli", İ.A. c.9
Osmanlı İmparatorluğu, İst.1993
Kafesoğlu, İ.: Türk Fütuhat Felsefesi ve Malazgirt Muharebesi, tarih Enstitüsü Dergisi Sayı: 2'den aynı basım İst.1971
Köprülü, Fuat: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara,1991
Niyazi, M, Türk Devlet Felsefesi, İst.1993.

Schwarz, Klaus,16. yy'ın Ortalarında Protestanlarm umudu: türkler, Tarih ve Toplum, İst.1989, c.10. s.265
Şıbay, Halim, S. Cihad, İ.A. c.9
Tekin, Şinasi: Türk Dünyasında Gaza ve Cihad Kavramları Üzerine Düşünceler, Tarih ve Toplum, Ocak 1993. Sayı:109
Topaloğlu, Bekir, Özel, Ahmed, "Cihad" Dia.
Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti mefkuresi Tarihi C.I., II. İst 1993

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HALEP'TE BULUNAN HAREMEYN EVKÂFI VE SURRE