Osmanlı Bankası Kadar Osmanlı Olmak
Kemal Gurulkan

En genel anlamıyla bir bölgenin fethinden sonra, o bölgede kalarak hayatlarını devam ettirmek isteyen gayrimüslimler için, İslam devletinin şer'î hukuk çerçevesinde can, mal, din ve kültür gibi konularda himaye sağlaması ve gayrimüslimlerin de buna karşılık devlete vergi vermesi olan zimmet hukuku Osmanlı Devleti'nde de bazı farklılıklarla uygulanmıştır . Gayrimüslimler bir yandan hukuktaki zimmet hükümlerine tabi tutulurken diğer yandan mensup oldukları din ve mezheplere göre millet adı verilen farklı guruplar altında toplanmışlardı. Klasik Osmanlı sisteminde her bir millet grubu kendi içinde hiyerarşik olarak ve mensup oldukları dini hükümlerine bağlı kalınarak düzenlenmişti.
İlber Ortaylı'nın tanımlaması ile Osmanlı siyasal düzeni millet denilen kompartımanlar arasındaki kapalılığa dayanır. Osmanlı toplumunu oluşturan bu "milletleri" çağdaş toplumun azınlığına benzetmek doğru olmaz. Millet sisteminde insanların çalışma, yükselme, sosyal geçişkenlik eğilimi ve eylemleri kendi kompartımanındadır. Modern devrin azınlığı ise çoğunluk ile çatışır .
Osmanlı kelimesi bir devlet, yani bir siyasi heyetin adıdır. Ortak bir din, dil ve duygu birlikteliğinden oluşan bir millet unvanı değildir. Osmanlılık; Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin vs. hepsinden oluşan bir camia demektir. Bunların haricinde ve bunlardan ayrı hakiki bir Osmanlılık mefhumu anlaşılmaz. Zaten Osmanlı kelimesi Tanzimat yıllarında moda olmuş bir tabirdir. "Millet-i Osmaniye" tabiri ile de Osmanlı saltanatının siyasi sınırları içinde yaşayan muhtelif milletlerin tümü birden kastedilmektedir. Devleti büyük bir sosyal daireye benzeten Fuat Köprülü'ye göre; merkezî daireyi Türklük, onun etrafındaki birinci daireyi ilkine sıkı bir şekilde bağlı olan İslamlık, son daireyi ise Türk ve İslam cazibe kuvvetine tabiatıyla boyun eğmeye mecbur olan gayrimüslim unsurlar oluşturur . Devletin siyasal sistemindeki düzen ise bu dairedekilerin birbirleriyle olan uyumu ile gerçekleşmektedir. Bu uyumu ise Devlet-i Aliyye sağlar ve çatışmaları önler.
Fatih Sultan Mehmed, dünyada tek bir cihan devleti, tek bir din ve tek bir hükümdarın olması gerektiği inancından hareketle bu birliği tesis etmek üzere İstanbul'un fethinin ardından Yahudi hahambaşı ile Ermeni, Rum ve Ortodoks patriklerine çeşitli imtiyazlar tanımış ve onları İstanbul'da oturtmuştur.

Kapitülasyonlarla Yabancı Müdahalesi / sisteme çomak sokmak
Yukarıda zikredilen merkezî kuvvet birçok etkenle zaafa uğramaya başlayınca XVI. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Osmanlı gayrimüslimleri ile temasa geçmiş olan Avrupalı diplomatik çevreler, kapitülasyonlardan elde ettikleri imtiyazlara dayanarak, Osmanlı tebaası olan gayrimüslimler üzerinde bir himaye kurmaya veya onlar vasıtasıyla Osmanlı Devleti'nin iç işlerine müdahale hakkı kazanmaya çalışmışlardı.
1535 kapitülasyonları ile kutsal yerlerin himayesini kazanan Fransa, Ortadoğu'yu kendi ticârî nüfuz alanı olarak seçmiş ve bütün imparatorluk genelinde Cizvit papazlarından oluşan bir misyoner teşkilatını harekete geçirmişti. Osmanlı Devleti'nin verdiği kapitülasyonlar Fransa ile sınırlı kalmamış, Avusturya, Prusya ve İngiltere sırası ile ayrıcalıklar elde ederek, kendi mezheplerinden olan Osmanlı tebaası gayrimüslimlerinin himayesini elde etmişlerdir. Bu arada kapitülasyonların sağlamış olduğu imtiyazlar sayesinde konsolosluklarda tercümanlık elde eden gayrimüslimler iktisadi açıdan da durumlarını iyileştirmişlerdir.
Geçmişte devletleri, bağımsız kiliseleri ve edebî dilleri olan Balkan halkları, XVIII. yüzyılda gelişen ticaret burjuvazisi, kilisenin katkıları ve Avrupa devletlerinin etkisi ile Balkan milliyetçiliğini örgütlemeye yönelmişlerdi. Avusturya ve Rusya'nın güçlenerek ticarî etkilerini artırmak suretiyle Balkan halkları ile ilgilenmeleri ve devletin giderek zayıflamaya başlamasının da etkisi olmuştur.
Osmanlı'nın Viyana bozgunu ile iç ve dış otoritesini kaybetmesi, kapitülasyonlarla gelen bunaltıcı talepler, devletin durumunu düzeltmek ve ömrünün uzatılması için birtakım ıslahat çalışmalarının başlamasına sebep olarak, II. Mahmut'un "Ben tebaamın Müslümanını camide, Hıristiyanını kilisede, Musevisini de havrada fark ederim. Aralarında başka bir gûne fark yoktur. Cümlesi hakkında muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi evladımdır" sözü ile müşahhaslaşan ayaklanma ve bağımsızlık isteklerinin durdurulması arzusu ile yeni bir şekil almıştır.

Islahatlar Devri / Parçalayarak hürriyet-Devlet-i ebed müddet
1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu kopma noktasına gelen toplum bağlarını yeniden kuvvetlendirme çabasının bir ürünü olarak doğmuştu. Hatt-ı Hümâyûnda daha önceki ıslahat çabalarını hatırlatırcasına bütün uyruklara can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması, müsaderenin kaldırılması, iltizam sistemi yerine sabit ve düzenli vergi sisteminin geliştirilmesi, düzenli askere alma usulü kurulması gibi vaatlerde bulunulmakta idi. Dini ve mezhebi ne olursa olsun bütün uyrukları kapsaması ise, Osmanlı tebaasının kanun önünde eşitliğini resmî bir politika haline getirmekteydi.
Tanzimat fermanının uygulanmasında meydana gelen belirsizlik ve sıkıntı , yabancı müdahalesini beraberinde getirmiş, başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri bunu bir fırsat bilerek Osmanlı içişlerine müdahalelerini artırmışlardır. 1838 ticaret sözleşmesinin gayrimüslimlere sağladığı ticarî imtiyazlar da bahane edilerek, birçok gayrimüslim, uyruk değiştirmeye teşvik edilmişlerdir
1853'te kutsal yerler sorunu ile hasta adam olarak nitelenen Osmanlı Devleti'ne yapılan müdahaleler üzerine patlak veren Kırım Savaşı neticesinde Viyana'da toplanan kongrede gayrimüslimlerin durumlarının düzeltilmesine dair uzun tartışmalar meydana gelmiştir. Bu tartışmaların oluşturduğu hava ile Paris Antlaşması'nın imzalanmasından önce Islahat Fermanı ilân edilmiştir. Fermanın hareket noktasını ise Rusya'nın gelecekte gayrimüslimler üzerinde herhangi bir himaye talebini engellemek oluşturmuştur. Ferman, devletin devamını bütün Osmanlılar'ın "samimî vatandaşlık bağları" ile birbirlerine bağlı olmalarına dayandırmıştı.
Islahat Fermanı'nın getirmiş olduğu bu hükümlere rağmen arzulanan "samimî bağ" sağlanamamış ve 1875'te Bosna'da isyanlar çıkmış, ardından da Sırp ve Karadağlılar isyan etmişlerdir. İsyanların ardından Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda yapacağı iç düzenlemeler için İstanbul'da toplanan Tersane Konferansı'nda Bosna, Hersek ve Bulgaristan'ın Avrupa'nın onayı ile atanmış Hıristiyan valiler tarafından yönetilmesi karara bağlanmıştı.
Osmanlı Devleti'nin bir süre sonra Balkanların düzenini, ilân edilmiş olan meşrutiyet çerçevesinde ele alacağını bildirerek Tersane Konferansı kararlarını rafa kaldırmak istemesi ise 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nın patlamasına sebep olmuştur. Halk arasında "koca bozgun" olarak nitelendirilen ve 93 Harbi olarak bilinen bu savaş Balkanlar'da Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın hâkimiyetinin kaybedilmesi ile neticelenmiştir.
1826'da başlayan yenileşme hareketleri, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları dönemlerinde gelişen Tanzimat süreci ile 1876 Kanûn-ı Esâsî'si iki niyet ve gurubun karşılıklı mücadelesidir. Bunlardan biri Hıristiyanların diğeri ise Türklerin temsil ettiği mücadele gruplarıdır. Birisi mahallî özerklik ve elde edecekleri dini imtiyazlarla parçalayarak hürriyeti elde etmeye, diğeri ise hükümet işlerinde genel bir inkılâp meydana getirerek devletin geleceğini temine yöneliktir. Birincisi yabancıların himayesini temine çalışır, diğeri ise millîdir .

İttihâd-ı Anâsır Gayreti / milletin boşa çıkan himmeti
Tanzimat ricalinin bir Osmanlı milleti meydana getirmek suretiyle gerçekleştirmeye çalıştıkları ıslahatların neticesinde hürriyetçi bir hareket olarak 10 Temmuz inkılâbı (II. Meşrutiyet) ortaya çıkmıştır. Bu defa Osmanlılık fikrinin bir başka ifadesi olan "İttihâd-ı Anâsır" düşüncesini yeşertmeye çalışmak Türkî gayretin safdilâne çabasının bir neticesi idi . İttihat Terakki ricalinin gözünde Rum, Ermeni, Arap, Türk, Arnavut yoktu: yalnız Osmanlılar vardı. "Farkımız yok, biriz, eşiz, hep Osmanlı, hep kardeşiz" nağmeleriyle tarihin tecellilerine gözler kapatılarak unsurların birleştirilmesi hayallerine kapılınmıştır .
1908-1912 Meclis-i Mebusanı'nda bulunan Türk Mebuslar "İttihâd-ı Anâsır" düşüncesi etrafında samimi olarak Osmanlılığı savunmakta ve bunu her fırsatta dile getirmekteydiler. 1908 yılında Yeni Edirne Gazetesi'nde çıkan şu şiir bu düşünceyi yansıtmaktadır :

Ey sevgili asker
Ey şanlı birader
Ey kalbi büyük Türk
Ey ruhu temiz Türk

Ey Ermeni kardeş
Bulgar vatandaş
Ey Musevî dader (kardeş)
Ey Rum birader,

Geliniz toplanalım
Geliniz oynaşalım
Vatan millete en şanlı düğün
En mukaddes bir îyd işte bugün.

Bütün bu çabalara rağmen Rum mebusların Helenizme karşı bir tehlike olarak gördükleri için karşı çıktıkları İttihâd-ı Anasır düşüncesine karşı Serfice Mebusu Boşo Efendi'nin mecliste söylediği "Osmanlı Bankası kadar Osmanlıyım" sözleri artık dilimizde bir darb-ı mesel haline gelmiştir.
Türklerin savunduğu Osmanlılık, 1908-1912 Meclis-i Mebusanı'nın açılmasıyla gayrimüslim mebusların millî gruplar halinde mücadeleye başlamalarından sonra Arap ve Arnavut mebusların da harekete geçmeleri üzerine İttihatçıların "ittihâd-ı anâsır" düşünceleri suya düşmüştür .
Hıristiyan Arnavutlar ile Suriye'deki Hıristiyan Araplar vasıtasıyla Müslüman Arnavut ve Araplara da geçmiş olan bu milliyet düşüncesinin etki edemediği tek bir unsur kalmıştı: Türkler! Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki bütün unsurlar birer müstakil uzviyet halinde ortaya çıkmak için var kuvvetleri ile çalışırlarken Türkler imparatorluğu muhafaza edebilmek için muhtelif unsurlar arasında bir çimento vazifesi görmekle uğraşıyorlardı . Ancak özellikle Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı'nda değişik cephelerde yapılan fedakârlıklara rağmen ne yazık ki bu çabalar netice vermemiş, dağılan imparatorluğun ardından Türkler Millî Mücadele'de yaşadıkları bölgelerin Türk olduğunu belirterek buraların devlete bağlı kalması için gayret göstermişlerdir .

Sonuç olarak; Osmanlı Türkleri devleti kurtarabilmek için, gelişen şartlar çerçevesinde düşünceler geliştirip bunu hayata geçirmeye çalışmışlardır. Yusuf Akçura'nın Üç Tarz-ı Siyaset isimli makalesinde değerlendirmiş olduğu Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük safhaları hep bu çabanın ürünüdür. Bu düşünceler ve bu düşüncelerin tarihi hadiseler karşısında uygulanabilirliği konusu ayrı bir mesele olmakla birlikte, düşüncelerinde samimi olduklarını; devleti, milleti ile bir bütün olarak yaşatmak adına gösterdikleri çabadan ve fedakârlıklardan anlıyoruz.
Nihayet Mehmet Akif'in şu mısraları işin nerelere vardığını anlamak adına manidardır…

Türk, Arapsız yaşamaz, kim ki ‘yaşar’ der, delidir,
Arab'ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsran-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada, billahi ne din!
‘Medeniyyet’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken hala,

Ne bu şûride siyaset, ne bu fasid dava?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum….!
Başka bir şey diyemem.. İşte perişan yurdum!...

Dünyanın yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı şu günlerde tekerrür etmemesi için tarihten ibret alma temennisiyle…
----------------------------
Kültür Dergisi'nde yayınlanmak üzere gönderilmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HALEP'TE BULUNAN HAREMEYN EVKÂFI VE SURRE